ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

ŞEYH GALİB DİVANINDA AYNA SEMBOLÜ

The Symbol of The Mirror in Şeyh Galib ’s Poems

Zülfi GÜLER

Fırat Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Elazığ
zguler@firat.edu.tr.

Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Fırat University Journal of Social Science
Cilt: 14, Sayı: 1, Sayfa: 103-121, ELAZIĞ-2004

Özet

Bu çalışmada, Şeyh Galib Divanında (OKÇU, 1993) kasideler ve tarih kıt’aları dışındaki
diğer manzumelerde geçen “âyîne, mir’ât” kelimeleri tespit edildi; bunlann tasavvufî sembol
olarak ifade ettiği manalar anlatıldı. Ayna, tasavvuf düşüncesinde, Allah’ın göstergesi olan âlemin;
bütün âlemlerin, dolayısıyla Allah’ın görüntüsü olan insanın sembolüdür. İnsanın, insan-ı kâmilin,
müminin gönlü, kalbi Allah’ın görüntüsünün meydana geldiği bir aynadır. Böylece ayna,
tasavvufta birkaç anlama gelen bir sembol durumundadır. Aynanın bu anlamları kazanmasının
nedenleri ve ilgileri anlatıldı. Galib Divanında ayna, birçok yerde hayret sözcüğü ve hayranlık
kavramıyla birlikte geçmektedir; bu anlatımın nedeni ve ilgisi de belirtildi.

Anahtar kelimeler: Şeyh Galib, ayna, âlem, İnsan, insan-ı kâmil, mümin, gönül, kalb,

hayret

Abstract

In this study, “âyîne” and “mir’ât” words which are mentioned in the poems outside of
Şeyh Galib’s praising poems (kaside) and dated pieces (tarih) have been found; the meanings of
these words as a mystical symbol have been explained. The mirror in the thought of Islamic
mysticism is the symbol of universe which is the indicator of God. So it is the symbol of human
which is the image of God. Thus mirror is the symbol that has a few meanings in the Islamic
mysticism. The reasons and interests of these meanings of mirror have been explained. The mirror
in Şeyh Galib’s poems has been mentioned together with “astonishment” and “admiration”
concepts in many places of his poems.

Key Words: Şeyh Galib, Poems (kaside), symbol of the mirror, image of God

AYNA

Farsça bir kelime olan âyîne, karşısındaki şekli ve renkleri aksettiren madenî levha
veya arkası sırlı düz cam olan süslenme eşyasının adıdır. Arapçası mir’ât, Türkçesi ayna
ve gözgüdür. Âyîne ve diğer karşılıkları, mecâzen, bir nesneyi veya bir hali aksettiren ve
göz önünde canlandıran şey, kavram ve hal manasına da kullanılmıştır. (MEB, 2002:
ayna)

İnsanlar kendi yüzlerini görmek, süslenmek amacıyla daha ilk çağlardan durgun su
yüzünü, cilalı parlak volkanik taşları, parlatılmış gümüş, tunç, bronz ve çelik levhaları
kullanmışlardır. Camdan yapılan arkası sırlı aynaların yapılmasından sonra, Batı
sanatının etkisiyle, Osmanlı saraylarında ve Türk toplumunda cam aynalar görülmeye
başlamıştır. (TDV, 1988: ayna)

Edebiyatımızda ayna, hem gerçek manasında hem de mecaz manalarda, değişik
kavramlara sembol olarak, çok çeşitli ifadeler içerisinde kullanılmıştır. Divan
edebiyatında parlaklık ve aydınlık yönüyle sevgilinin yüzü, gerdanı, sinesi ile ayna
arasında benzerlik ilgisi kurulur. Ayna ile ilgili olan, gubar-toz-jengâr, keçe kılıf, aynanın
yapıldığı madde (gümüş-pulad vs.), ayna tutan ve ayna gezdiren, diğer süs araç ve
gereçleri gibi unsurlarla, ayna ile ilgili inançlar ve deyimlerle ilişkili anlamlar ve sözler
bir araya getirilir. (câm-ı Cem, câm-ı âlem-nümâ, âyîne-i İskender, âyîne-i âlem-nümâ),
gibi terkiplerle efsanevî aynalara telmihte bulunulur. İsti‘are ile güneş anlamında (âyîne-i
âsmân, âyîne-i çerh, âyîne-i hâverî, âyîne-i gerdûn, âyîne-i gerdân) terkipleri kullanılır.
Bunları sözlüklerde, ansiklopedilerde örnekleriyle bulmak mümkündür.

Şeyh Galib’in, Prof. Dr. Naci Okçu tarafından hazırlanan Divanındaki (Okçu, 1993)
kasideler ve tarihler hariç tutularak, diğer manzumelerde “âyîne, mir’ât” kelimeleri
aranmış, gazel ve terci-bentlerde seksen üç beyitte, rubai, şarkı, tardiye ve kıt’alarda da
on yerde geçtiği tespit edilmiştir. Galib’in ayna sembolüne önem verdiği açıktır;
“âyîneden” redifli iki gazel söylemiştir.

Galib her şeyden önce mutasavvıf bir şairdir. Mevlevîlik çevresinde yetişmiş,
tarikat şeyhi olmuş ve adeta tasavvuf içinde yoğrulmuştur. Bunun sonucu olarak da
tasavvuf onun şiirlerinde en önemli unsur olmuştur. (İpekten, 1991: 25) Bu bakımdan
Galib’in şiirlerinde geçen “âyîne, mir’at” kelimelerini tasavvufta aldığı anlamlar
yönünden düşünmek gerekmektedir.

Tasavvuf şiirinde, tecellî, varlık, gibi tasavvufî kavramlar, dervişin halet-i ruhiyesi,
hayal, heyecan, hayret gibi duyguları, yani soyut kavramlar olan hal ve durumlar, somut
unsurlarla birleştirilmiş; soyut kavramlar somut eşyalar ile biçimlendirilerek zihinde
canlandırılmıştır. Böylece ayna da bazı kavram ve unsurların sembolü olmuştur. Sadece
şiirde değil, tasavvufun nazariyatında da vahdet-i vücûd, eşyanın ve insanın mahiyeti,
yaratılış ve tecellî gibi kavramlar izah edilirken ayna sembolü kullanılmıştır.
“Mistisizmin özünü ifade etmeye en uygunu ve aynı zamanda temelinde irfânî (gnostik)
veya aklî özelliğe sahip olanı ayna simgesidir. Ayna manevi tefekkürün en dolaysız
simgesidir; çünkü öznenin ve nesnenin birliğini temsil eder.” (Burckhard, 1997: 127)

Tasavvufî şiirde ayna “tecellî-gâh”tır. Sevgilinin göründüğü, kendini gösterdiği
yerdir. Tüm âlem, âlemdeki eşyanın, yaratılmışın her biri, insan, insan-ı kâmil, mümin,
insanın gönlü, kalbi Allah’ın mazharıdır; göründüğü yerdir; yani aynadır. Ayna bütün
bunların benzetilenidir; sembolüdür. “Anlam çokluğu bir simgenin özündedir; ve akılcı
(rasyonel) tanımlamalardan üstün olduğu yön budur. Çünkü, akılcı tanımlama bir kavramı
akılcı bağlantılarına göre düzenlerken aynı zamanda onu belli bir düzeyle sınırlarken,
simge nitelik ve açıklığından zerre kadar kaybetmeden “yukarıya (üst düzeylere) açık”
kalır. Hepsinden öte, simge akıl ötesi gerçekliklerin anahtarıdır.” (Burckhard, 1997: 127)
“Ayna simgeciliğinin bu kadar açıklayıcı olmasının nedeni, aynanın bir anlamda
simgenin simgesi olmasıdır. Aslında simgecilik en iyi, salt kavramsal terimlerle
tamamıyla ifade edilemeyen fikirlerin veya prototiplerin görünen yansıması olarak
tanımlanabilir.” (Burckhard,1997: 127)

AYNA- ÂLEM

Âlem: Belirti, delil, işaret, başka bir şeyin bilinmesini sağlayan diğer şey. Allah’ın
varlığının delili olduğu için kâinata âlem denilmiştir. Kâinattaki her var ve varlık, O’nun
sanatının, kudretinin, sıfatlarının ve adlarının, hükümlerinin belirtisi, delilidir. Belirti,
delil manasıyla her mahluk kümesi ve teker teker her bir yaratılmış bir âlemdir. Bu
manada on sekiz bin âlem vardır. (Uludağ, 1991: 38) Allah sanatkâr, âlem ve yaratılmışlar
ise O’nun eseridir. Eser de sanatkârının aynasıdır.

Tasavvuf inanışında, âlem tecellî ile meydana gelmiştir. Mutlak ve gerçek
güzelliğe, iyiliğe, kudrete, ululuğa sahip olan Tanrı kendini görmek ve göstermek istemiş,
bu aşk-ı zâtî ile cihanı yaratmıştır. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Allah
da kendi güzelliğini görmek ve göstermek için, ayna durumunda, âlemi meydana
getirmiştir. Âlem, Allah’ın kendini gösterdiği aynadır. Öyle bir ayna ki içinde âlem var,
her şey var, ama bu varlık yokluktan ibaret, sadece bir görüntü; gerçek gibi görünüyor
fakat gerçekliği yok. Allah’tan başka mevcut yoktur. Tek ve gerçek varlık Allah’tır.
Kâinatta gördüğümüz ve var zannettiğimiz eşyanın, aynadaki görüntünün bir cisminin
bulunmaması gibi, gerçek ve kendine mahsus bir varlığı yoktur; Tanrı’nın birer şekilde

görüntüsünden ibarettir.

Kâinatta, bu âlem aynasında vahdetle (asıl varlık) kesret (görüntü) yan yana
görünür.

Tâbdan âyîne-i cûyda Gâlib görünür

Lâleler peyker-i hurşîd ile yan-be-yan    G.289-3

Kesret, bazen vahdeti örten perdedir, bazen de onun göstergesidir.

Sırma püskülleridir târı nigâh-ı ‘uşşâk

Sebz-pûşîde-i mir’at-ı tahayyüldür zülf    G.188-3

Gâhî ikrâr eyleyüp gâhî dönüp inkârdan

‘Aksini seyreylerim âyînede dîvârdan

Gerçi bu sûretle pinhân eylerim agyârdan

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim    Ş. I-4

Allah âlemde isim ve sıfatlarıyla tecellî etmiştir. İsim ve sıfatlarını âlemde
belirtmiş, göstermiştir. Vahdet (birlik), kesret (çokluk) halinde belirmiştir. Allah’ın isim
ve sıfatlarıyla onların zıtları âlem aynasında birlikte görünürler. Her şey zıddıyla belli
olur. Çirkin olmadan güzel; yokluk olmadan varlık; açlık hissi, yeme ihtiyacı olmadan
rızk vericilik; affedilecek günahkâr olmadan rahm edicilik; verilecek muhtaçlar olmadan
cömertlik kavramlarının belirmesi mümkün değildir. Birincileri kesretin, ikincileri
vahdetin sıfatlarıdır. Vahdet kesreti meydana getirir; kesret vahdeti gösterir, belli eder;
karşılıklı aynalardır, birbirini aksettirirler.

Bu nesneler âleminin çokluk, zıtlık ve çelişmeler şeklinde belirmesi, vahdetin
kavranması ve anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu duruma Mevlânâ, Mesnevi’de bir ayna
temsiliyle örnek verir. Birisinin, Hz.Yusuf u ziyarete giderken ona, hediye olarak ayna
götürdüğü ve “Senin güzelliğine layık bir şey bulamadım; aynaya bakıp kendi güzelliğini
gördükçe beni de hatırlarsın” dediği anlatıldıktan sonra Mevlânâ şunları söylüyor.
“Varlığın aynası nedir? Yokluk. Varlık yoklukta görülebilir; zenginler yoksula
cömertlikte bulunabilirler. Bir yerde yokluk, noksan var mı, orası, bütün sanatların
hünerlerin aynasıdır. Elbise biçilmiş dikilmiş olursa terzinin hüneri nasıl görünür?
Marangoz ağaçları yontup birleştirmeli ki bir iş yapmış olsun. Bakırın horluğu, bayağılığı
meydanda olmazsa kimya nasıl görünür? Noksanlar olgunluğun aynasıdır; o horluk
üstünlüğün, ululuğun aynasıdır. Gerçekten de zıddı meydana çıkaran onun zıddı olan
şeydir. Kendi noksanını gören olgunlaşmaya on atla koşar.” (Gölpınarlı, 1989,c.I:533-535)

Mesnevi’de, temiz, saf, parlak aynanın gerçeği aksettirdiğine, her şeyi, güzeli-
çirkini, iyiyi-kötüyü, noksanı-olgunu, olduğu gibi gösterdiğine dair başka hikâyeler de
vardır. Bunlardan ikisi şöyledir. “Güzeli çirkinleştirebilir miyim? Rab değilim ya; çirkine
de bir aynayım ben, güzele de. Hintli, bu, adamı kara yüzlü gösteriyor diye dertlere düştü
de aynayı kırdı. Ayna dedi ki: Suç benim değil, benim yüzümü cilalayana kabahat bul.”
(Gölpınarlı, 1989,c.II: 386) “Düşte çirkin şeyler görüyor, onlardan ürküp kaçıyordun; oysa
ki gördüklerin senin halindi, senin yaptıklarındı. Hani kendi yüzünü aynada çirkin görüp
aynaya tüküren zenci gibi. Sen demişti, ne de çirkinmişsin, layığın budur ancak. Ayna da,
a kör aşağılık kişi demişti, bende gördüğün çirkinlik senin çirkinliğin. Sen kendi çirkin
yüzünü kirletmektesin; bu pislik bana bulaşmaz; çünkü apaydınım ben” (Gölpınarlı,
1989,c.I: 551)

Her tarafı aynadan yapılmış bir eve benzeyen bu âlemde misafir, yani bu aynada
geçici bir görüntü olan insan, hangi yöne baksa sevgilinin, Allah’ın tecellîlerini
görecektir. Sevgilinin güzelliğini bütün yönleriyle görmenin zevki kişiyi hayrete düşürür;
ondan başka bir şey göremez ve konuşamaz.

Ağyârla gavgâya komaz hayret-i dîdâr

Kim hâne-i âyînede mihmân edemez bahs    G.45-3

Bu beyit, “Tanrı âdem suretinde tecelli etmiştir. Bu aynadan yapılmış evde insan,
her yönde kendi görüntüsüyle karşılaşır; yabancı bir şey ve konuşabileceği başka kişi
göremez.” anlamında da düşünülmelidir.

Aynada meydana gelen görüntü, nitelik olarak o görüntüyü meydana getiren şeye
benzer; fakat maddesel olarak ondan farklıdır. Tasavvufta, Allah’ın görüntüsü olması
bakımından âlem, güneşin düz bir su yüzeyinde (aynada) yansıyan hayaline (imgesine)
benzetilmiştir. Bu aksi, bu imgeyi görmekle güneşin varlığı hakkında bilgiye sahip
oluruz; ama görüntü ile görüntünün kaynağı birbirinden tamamen farklıdır. Çünkü
kaynak vücuda sahiptir, vardır; ama görüntü sadece bir hayal. Bu hayali, imgeyi
hissetmek, sezmek yeterlidir. Asıl ve mutlak varlığı görmek zaten mümkün değildir.

Lezzet-i dîdâr bes sohbet-i dildârdan

Hâne-i âyînede seyr-i mihmân galat    G. 175-2

Kesret, yokluk aynasında, yani âlemde, eşyada, visal cennetine, vahdete açılan
pencereler vardır. Bu beyitte ayna sözleri gönül manasına da düşünülebilir.

O gonca-dehen teveccüh ederse şerm ede gülşen âyîneden

Küşâde olur behişt-i visâle bir nice revzen âyîneden    G 282-8

İlahî aşk ile gönlü dolu olan kişinin gözünden Allah’tan gayri olan eşya,
görüntüler, hatta kendisi bile kaybolur. Aşık kesret aynasına baktıkça sevgilisini görür.
Aynaya baktığında, kendi görüntüsünü sevgilinin görüntüsü olarak görür. Bu rubâi, âyîne
sözcüğüne gerçek manada ayna, âlem, insanın kendisi ve gönlü anlamları verilerek
yorumlanabilir.

Bir rütbede aldı beni ‘aşk-ı dildâr
Mahv oldu hayal ü nazarımdan ağyâr
Bir yerde bu efkâr ile kendim bulamam

Âyîneye baksam görünür sûret-i yâr    R. 45

Aynada akis ters meydana gelir; görüntüyü meydana getirenin sağı, görüntünün
soludur. Bu durum insanı şaşırtır; hayrete düşürür. Alem aynasında (görüntüde) kesrette
vahdeti gören, mahlukta Hâlık’ı fark eden yahut gönül aynasında Allah’ın tecellisine
mahzar olan hayrete düşer; vahdet zevki ile kendinden geçer; aynadaki görüntü gibi
tersine döner. Aks kelimesi, görüntü anlamının yanında terslik de ifade eder.

‘Aks eylese âyîneye hat çep görünür hep

Bu sâde dilâne hüner ağreb görünür hep    G.29-1

Zevk-ı vahdet ile Gâlib gidicek kendüden

‘Aks-i âyîne gibi rû-be-kafâ geldi bana    G.9-9

AYNA-GÖNÜL

Gönül (kalp, yürek, sine) tasavvufta çok önemli yer tutar. Tasavvufî hayatın
merkezi kalptir. İç duyulara bağlı bütün faaliyetler gönülde meydana gelir. Gönül,
tasavvufî bilginin, marifet ve irfanın kaynağı; keşif ve ilhamın meydana geldiği yerdir.
Kalp tecellî aynasıdır. Allah isim ve sıfatlarıyla gönülde tecellî eder. Galib’in “gönül”
redifli iki, ayrıca “gönlüm” redifli iki, “kalbimdir” redifli iki gazeli var. Bunlardan birkaç
beyit seçip gönül hakkındaki düşüncesini anlamaya çalışalım.

Bu beyitte şair, gönlü cisminin Tûr’una (vücuda) düşen tecellî ışığına, kendisini o
tecellî ile hayran ve suskun olan Mûsâ’ya benzetiyor. Ayrıca gönül aşk sırrını bilen ve
anlatandır.

Tûr-ı cisme şu’le-i şem‘-i tecellâdır gönül

Ben hamûş olsam da râz-ı ‘aşkı gûyâdır gönül    G.228-1

Gönül, sevgilinin cemâl sıfatının tecellîsi ile başka âlem bulmuş, hem cihanı
aydınlatan güneş, hem de ancak güneş ışığında görülebilen zerre olmuştur. Güneşe ve
âleme nispetle zerre olan gönül, Tanrı tecellîsi sonucunda, ışığı âleme şamil bir güneş
haline gelmiştir.

Başka ‘âlem bulmuş ol mihr-i cemâl-i yârdan

Zerredir hem âftâb-ı ‘âlem-ârâdır gönül    G.228-4

Kalp Allah’ın evidir; âlemlere sığmayan Tanrı insanın kalbine sığmıştır. Dünyalara
sığmayan Allah bir gönle sığarsa o gönül yere göğe sığmaz. Yıldırımlar yuvası olan
gönül, göklere, kâinata sığmayan bir tecellîdir.

Bir şu’lesi var ki şem‘-i cânın

Fânûsuna sığmaz âsmânın

Bu sîne-i bark-âşiyânın

Sînâ dahi görmemiş nişânın

Efruhte-i ‘inayetindir    Tard III-2

Gönül için yakınlık-uzaklık kavramı yoktur, onun menzilinin son noktası vahdettir.
Gönül doğu ile batıyı birleştiren ankadır.

Menzil-i müntehâ-yı vahdetdir

Kurb u bu‘de ırağdır gönlüm    G.257-2

Murğ-ı ‘ankâ-yı Kâf-ı dîgerdir

Şark u ğarba ırağdır gönlüm    G.258-2

Ayna, karşısındaki cismi olduğu gibi gösterir. Ayna karşısına geleni içine alır,
aksettirir. Bu özelliği ile ayna şahittir; gördüğünü olduğu gibi aksettirendir. Gönül saf
aynadır; bu yüzlerce nakşı olan âleme bakarken neye dönük olursa onun rengini alır.

Ol eder seyrini bu hâne-i sad-nakşın kim

Sâf âyîne gibi gördügü renge boyanır    G.95-5

Rengine bakma safâ-yı meşreb-i mir’ât-ı dil

Rûz-ı Hızr-âsâ eder endâm-ı ser-sebzânı sebz    G.131-8

Tecellî, görünmeyenin gönülde görünür hale gelmesidir; gaybın zahir olmasıdır.
Kalp, aşkın heyecanı ve coşkusu ile İlahî âlemin sırlarının belirdiği aynadır. Tanrı
mü’minin gönlünde tecellî ederse, gayb âleminin, Cebrail’in dahi bilemediği sırları ayan
olur.

Kalbim ol âyîne-i vahy-i irtisâm-ı ‘aşk kim

Tûtî-i Cibrîli dest-âmûz-ı râz eyler bana    G.5-3

“Periler” güzellikleri ve sırları; damıtmayla elde edilen “arak” saflığı ifade eder.
Nasıl saf arak dolu billur şişeye ışık vurduğunda rengarenk parıltılı bir görüntü meydana
gelirse, Tanrı gönül aynasında tecellî edince gönül, İlahî nurların, sırların, güzelliklerin
kaynağı haline gelir.

Çeşme-sâr etdi perilerle çü mînâ-yı ‘arak

O mehin bu gece âyîneye düşdü nazarı    G.344-9

Tecellî meydana gelince gönül, güneşin yansıdığı ayna gibi nur ile dolar.

Nûr-ı şems-i bâdeye mir’ât-ı câm etdin beni

Kalmadı noksanım ey meh-rû tamâm etdin beni    G.342-1

Sevgili, aşığın gönül aynasına bakınca, orada güneş gibi doğar. Aşık gönlündeki bu
güneşten başka hiçbir şey göremez; görmek istemez.

Yek nazarda kıldın ey yüzü gül

Âyînemi âfitâbe-i mül

Geçti bana neş’e-i tegâfül

Hem eyle hem eyleme tenezzül

Dil hânesi cây-ı ‘işretindür    Tard.III-1

Kadeh aynasında sevgilinin yüzünün aksi görünürse, aşık içmeden sarhoş olur.
Aşığın gönlünde sevgili tecellî ederse, sonuçtaki hâl baştan ortaya çıkar; ezeldeki ve
encamdaki vuslat neşesi belirir. Bu heyecan ve neşe, coşku ve nur dalgaları halinde dizi
dizi gönle dolar.

‘Aks-i rûyun görüne âyîne-i sâğarda

Devr-i evvelden olur neş’e-i encâm bedîd    G.57-7

Eyledim âyînemi deıyâ-yı nûr

Mevc-i safâ sanki saf-ı mâhtâb    G.20-13

Gönül ve kalp, Allah’ın tecellî ettiği ve sevgilinin görüntüsünün bulunduğu
aynadır; bunun için daima temiz olmalıdır. Bu aynada toz, pas bulunmamalı; Hak’tan
başka şeyler yansımamalıdır. Gönül aynası aşk ıstırabı ile temizlenir. Durgun, dalgasız
denizin güneşin görüntüsünü yansıtması gibi aşksız, heyecansız, ıstırapsız kalan gönül de
ikilikten kurtulamaz.

Mihre isbat-ı şerîk eyler sükûn-ı bahr-ı sâf

Iztırâb âyîne-i dîdâr-ı vahdetdür bana    G.2-4

Metal aynalar özel bir toz ile parlatılır; gönül aynası da kederle cilalanır, saflaşır.

Âyîne-veş ğubârı cilâ bil safâ gözet

Ser-tâ be-pây dîde olup tûtiyâ gözet    G.32-1

Gönül aynası kesreti yok etmekle saflaşır. Kesret, aynada pas ve tozdur. Saflık,
temizlik, pastan, tozdan arınma aynasının kaynağı, kendini yok etme, yok farz etme ve
tevazudur. Kendini yok etme ve tevazu ile kesretten temizlenilir. Vahdet ve vuslat
aynasını paslandıran kesrete, dünyaya, dünya nimetlerine olan ilgidir.

‘Ayn-ı mir’at-ı safâ ‘âlem-i mahviyyetdir

Sûret-i ehl-i fenâ mahrem-i mahviyyetdir    Müf. 19

Jeng-dâr-ı hatt eden âyîne-i ruhsârın
Pîç-tâb-ı nefesimdir eser-i âhımdır

Şeyh Galib Divanında Ayna Sembolü
G.92-2

Gönül aynası saf olursa sevgilinin görüntüsü, sûreti, isim ve sıfatları ona
aksedebilir.

Sâf kıl âyîneni kâbil-i ‘aks-i suver et

Hele bir cem‘-i havâs eyle de Gâlib nazar et    Terci VIII 6-3

Beşerî aşkın hallerini ifade eden sözler, mazmun olarak tasavvufî aşkın hallerini
ifade için de kullanılmıştır. Aşağıdaki beyitlerde sevgili (Tanrı) ve sıfatları yerine “mâh,
sîne-i bilûr, hod-perest, dil-şiken, tıfl-ı ziyân-kâr, Yûsuf-pîrehenler, peri,” denilmiştir.

Kesretle meşgul olan, dünya dertlerinden, gailelerinden, bağlarından kurtulamamış,
paslı, tozlu, yada parçalanmış, kesrete düşmüş gönül aynasına sevgili bakmaz; tecellî
meydana gelmez.

Bir kerre de mir’ât-ı dil-i zâre nigâh et

Ey mâh eger rağbetin ağyâre değilse    G.324-3

Olmaz bedîd âyîne-i câm-ı Cemde hiç

Ol sîne-i bilûr ne ‘âlemdedir ‘aceb    G.26-2

“Devamlı aynalara bakıp kendi güzelliğini seyreden sevgilim, bir de benim kırdığın
gönül aynamı al bak, kendinin gönül kıran bir sevgili olduğunu gör.” Şair gönlünün kırık
olduğunu söylüyor. Kırık aynada görüntü bütün halde meydana gelmez; onda vahdet
kesret halinde görünür. Kesrete (çokluğa) düşmüş gönül kırık ayna gibidir, ona Tanrı
bakmaz, tecelli etmez. Vahdetin olmadığı yerde kesret vardır. Şairin gönlüne Tanrı tecellî
etmediği için gönlü kırıktır.

Hod-perestim ele al âyîne-i kalbimi bak

Dil-şiken tıfl-ı ziyân-kâr değilsin de nesin    G.276-4

Âyîne-i derûnı şikest etme ey peri

Terk eyleme gönülleri gözden nihân isen    G.209-6

İçinde görüntü olmayan ayna, hiçbir şey görmeyen kör göz gibidir. Tanrı görüntüsü
bulunmayan gönlünü şair, Ya’kûb’un Yusuf u göremediği için kör olan gözüne
benzetmiştir. Ya’kûb, “madem Yusuf u görmüyorum başka hiçbir şey görmemeliyim”
düşüncesiyle kör olmuş; sonra Yusuf un gömleği, kokusu, bir belirtisi ile gözleri yeniden
açılmıştır. Allah’ı göremeyen gönül gözü başka şeyleri görse de kör sayılır.

O Yûsuf-pîrehenler hayf kim pinhân olup dilden

Bu mir’âtü’s-safâyı çeşm-i Ya’kûb eylemişlerdir    G.68-2

Bu beyitte “mir’ât” gönül manasına kullanılmamıştır. “Mir’ât-ı hüsn” terkibi,
aşığın gönlünde beliren Tanrı tecellîsi anlamındadır. Gönül Allah’ın tecellî-gâhıdır.

Ancak, Allah her gönle hemen tecellî etmez; aşığın gönlünü temizlemek için çok gayret
etmesini ve kesretten kurtulmasını bekler.

Âh eylesün deyü nefes-i vâ-pesîne dek

Mir’ât-ı hüsnün ‘âşıka âheste gösterür    G.80-6

AYNA- İNSAN, İNSAN-I KÂMİL

“Allah’ın halifesi olan insan, Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinin en mükemmel şekliyle
tecelli ettiği varlıktır.” (Kara, 1990: 142) İnsan Allah’ın eksiksiz bir görüntüsü ve O’nu
gösteren mükemmel bir aynadır. “Âlemde bulunan her şeyin insanda da bir örneği vardır.
Allah kendisinde bulunan bütün isimlerden bir pay da insana vermiştir. O, isimlerini
insanda göstererek insan vasıtasıyla âlemde görünmüştür. Yani toptan âlem, Allah’ın isim
ve sıfatlarının tümü olduğu gibi insan da kâinatın bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün
isim ve sıfatlarının yekûnudur. Onun için Hz. Peygamber “Allah âdemi kendi suretinde
yarattı.” demiştir. İnsanda bütün Tanrı isimleri zuhur ettiğinden insan, gökte değil
dünyada halife olmuştur.” (Ateş,1972: 88) Allah’ın isim ve sıfatları diğer varlıklarda,
âlemde ayrıntılı, fakat dağınık bir şekilde bulunduğu halde, insanda öz, fakat tam olarak
toplanmıştır. Âlemde olan her şey insanda da vardır. İnsan görünüşü bakımından âlem-i
asgar, iç dünyası, gönlü bakımından âlem-i ekberdir. (Levend, 1980: 20-21)

Şeyh Galib’in bu beyti, Hz. Ali’nin “Sen kendini küçük bir varlık zannedersin,
halbuki en büyük âlem sende gizlidir.” sözünün manzum söylenişi gibidir.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen    Terci VIII 1-4

Bu beyit terci-bendin tekrar beytidir. Manzume gönle hitapla başlıyor. Gönül,
insanın ruhî faaliyetlerinin merkezidir. Tasavvuf, bedeni, fizikî varlığı yok farz edip, ruhu
ve gönlü esas alan bir düşünüş ve yaşayış şeklidir. Âlemin özü ve âlemlerin gözünün
bebeği olan “âdem” aynı zamanda gönüldür, ruhtur, cândır. Bu terci-bendin ilk üç beytini
de yazarsak “insan” ile “gönül” kavramlarının birleştiği görülecektir.

Ey dil ey dil neye bu rütbede pür-ğamsın sen

Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen

Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen

Bildiğin gibi değil cümleden akvemsin sen

Rûhsun nefha-i Cibril ile tev’emsin sen

Sırr-ı Haksın mesel-i ‘İsî-i Meryemsin sen    Terci VIII 1-1,2,3

Ayna karşısına geleni içine alır, aksettirir; ayna yaptığı bu işten habersizdir; ona
bakan kendini görür. İnsan da Allah’ın isim ve sıfatlarını aksettiren bir ayna olduğundan
habersizdir. İnsan Tanrı’nın tüm tecellisi olduğunun farkında değil.

112

Mir’atıyız ol mâh-ı perî-sûretin ammâ

Gam-hânemize gelse dahi bî-haberiz biz    G. 130-4

Âlem bir görüntüdür, hayaldir, rüyadır. Gaflet hayalini ve rüyasını gören âlem
sanır. Allah insanı kendi sûretinde yaratmıştır; insan-ı kâmil Allah’ın sûretidir. Bu âlem
aynası içinde Tanrı’nın sûretini gören de âdem sanır. İnsan, kendisinin Tanrı’nın sûreti
olduğunun farkında değildir.

H“âb u hayâl-i gafleti ‘âlem sanur gören

Mir’ât içinde sûreti âdem sanur gören    G.277-1

İnsan, istiridyenin içindeki inci gibi, ezelde Tanrı ile beraber ve iç içe iken O’ndan
ayrılıp dünyaya gelerek, avare olup kesrete karışmıştır.

Niçün âvâre kıldın gevher-i galtânın olmuşken

Gönül âyînesinde bir ğubârım varsa sendendir    G. 87-8

Sofiler insanı üç kısma ayırırlar; ilki son mertebeye varan insan-ı kâmiller, ikincisi
tarikata yeni girmiş salikler ve zühd aşamasında kalanlar, üçüncüsü dalâlette bulunanlar.
(Levend, 1980: 22) “Allah derece derece inerek varlıklar halinde görünmüş, mertebeleri
meydana getirmiştir. Son mertebe olan insan yükseldiği ve bütün mertebeler kendinde
göründüğü zaman insan-ı kâmil olur. Bu en yüksek çıkış ve yayılış Peygamber
Efendimizde olmuştur.” (Ateş,1972: .88)

Peygamber Efendimiz en üst derecede insan-ı kâmildir. Çünkü O, ilk tecellî, Zât’ın
tecellîsidir. “Beni gören Hakk’ı görmüş olur.” hadisi de bunu ifade eder.

Ey hazret-i hâdî-i sübül fahr-ı Rusül

Âyîne-i ihsân-ı ezel mazhar-ı kül

Şâyân değilim gülşen-i na‘ta ammâ

Eyle kereminden beni gûyâ bülbül    R. 2

Hz. Âdem’den başlayarak bütün peygamberler Nûr-ı Muhammedî’yi taşımışlardır;
onlar da insan-ı kâmildirler. İnsanlar da cehd ile kemâle erebilirler. Çünkü insan
âlemlerin özüdür. Allah, bütün isim, sıfat ve fiilleriyle insanda tecellî etmiştir; Allah
insanı kendi sûretinde yaratmıştır. Mevlânâ insan-ı kâmil ve mürşid-i kâmildir.

Âyînemiz âyîne-i pür-ma‘nâdır

Tasvîr-i kün-i dâ’ire-i a‘lâdır

Benzer bu semâ‘a devr-i esmâ vü sıfat

Mevlâ değil ise ‘aynı Mevlânâdır    R. 17

Kâmil insan, Mevlânâ, güneştir; onun karşısında bir ayna gibi duran, ondan feyiz
alan kişi de bir güneş olur, ışığı cihanı doldurur.

F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2004 14 (1)

Mukabil-i âftâb olanın ziyâsı cihâna şâmil olur

Ki rütbe-i Şems-i dine konur ‘alâmet-i rûşen âyîneden    G.282-8

Bu beyitler Mevlânâ methinde söylenen bir terci-bentten alınmıştır. Allah’ın,

O’nda, insan-ı kâmilde zât ve sıfat olarak tecellî ettiğini ifade etmektedir.

Ey rûh-ı pâkinde ‘ıyân nûr-ı zât
Sînesi âyîne-i vech-i sıfât
Pertev-i hüsnünde nümâyân tamâm
Sırr-ı Hudâ mâ-hasad-ı kâ’inât Terci.I 1-1,2

Mevlânâ’nın gönlünde İlahî tecellî, yüzünde hayret makamının sırları belirir; bu
feyizden istifade için, gönlünden O’nun gönlüne pencere açmalısın.

Nakş-ı Çînî olur âyîne-i Rûmî’de ‘ıyân

Aça gör revzen-i cân gönülden gönüle    G.311-4

Sırrını keşfetmek için hayretin

Kıl nazar âyîne-i ruhsârına    Terci.I 5-4

İnsan-ı kâmil, İlahî tecellî sebebiyle bütün hakikatlerin sahibidir. O Allah’ın gözü
ile bakar. (Kara, 1990: 146) Kâmil insan, cihana yukarıdan bakar ve bütün nizamı bir arada
görür. İnsan, birbirinden ayrılmış gibi görünen parçaları, âlemi, kesreti bütün olarak
göremediği için, bilgileri, kanaatleri de farklı farklı olur (Mutahharî,1997: 105). Körlerin
fili tarif etmeleri gibi; her biri filin neresine dokunduysa ona göre tarif etmişlerdir.
Cemâl-i mutlak’ın tecellîsi olan bir güzelin yüzünün perde ile kapatıldığını, sadece
dişlerinin göründüğünü düşünün; bu dişlerin bir kuru kafaya ait olduğu kanaati de
doğabilir. Oysa kâmil insan, gönül gözüyle altı yönü birden görür; insan-ı kâmilin gönlü
“âyîne-i şeş-cihet, âyîne-i şeş-sû” dur. İnsan-ı kâmil, olağanüstü, yahut akıl ötesi idrâk
düzeyine ulaşan kimsedir. Kâmil insanın görüşü de kâmildir.Yukarıdan bakan tam görür;
câm-ı Cem gibi, âyîne-i İskender gibi; tüm savaş alanını haritada görmek gibi; uydudan
bakmak gibi. Ama insan-ı kâmilin görüşü bunlardan daha geniş ve daha tamdır. O, gayb
âlemleri de dahil, on sekiz bin âlemi, İlahi nizamın tümünü bütün halinde görür. Bu
görüşte bir eksiklik, bir kusur olmadığı gibi, gördüğü nizamın da noksanı, hatası yoktur.

O Aristo-yı hayâlim ki cihan

Seyr-gâh-ı rasad-ı kalbimdir    G.91-4

Anlar ki nice ‘âdeti hark eylediler
‘İrfanla ‘ayn-ı cem‘i fark eylediler
Seyr et bu tecellî ne kıyâmetdir ki

Âyîne-i dilde ğarbı şark eylediler    R.35

Cemşîd’in bir kadehi varmış; ona bakınca dünyayı görürmüş. İnsanın gönlü bu
kadehe ve İskender’in uzağı gösteren aynasına benzetilir. İnsan kendi içinin, ruhunun

derinliklerine inebilirse, gönül gözünden bütün âlemi görebilir. Bu beyitteki “âyîne-i
‘âlem-nümâ” hem insan-ı kâmilin gönlü, hem de mürşid-i kâmil olarak düşünülebilir.

Gören âyîne-i ‘âlem-nümâyı câm-ı billûrı

Eder mi zîb-i meclis Çînî-i mûdâr-ı fağfûrı    G.366-1

Alem bir ayna gibidir. İnsan-ı kâmil bu aynanın cilasıdır. İbn Arabi’ye göre, alem
önce ruhsuz bir karaltı şeklindeydi. Cilasız bir ayna idi. Bu aynayı cilalamak gerekti;
Âdem yaratıldı. (Kara, 1990: 142) Ama yine de kalp gözü kapalı olanlar, bu aynaya
baktıklarında karaltı görürler.

H“âbîde-nigehler ne bilür cezbe-i hüsni

A‘mâ gibi mir’âta bakup târ görürler    G.88-2

AYNA- MÜ’MİN

“Mü’min mü’minin aynasıdır.” Bu hadisi değişik şekillerde yorumlamışlardır;
bunlardan biri sosyal ahlak yaklaşımıdır. İnsan, kendi kusur ve hatalarını göremez;
kendinde olan kin, sitem, garaz, kıskançlık, bencillik, kibir gibi kötü huy ve
davranışlarından kendisi rahatsız olmaz; belki farkında dahi olmaz. Ama bunları
başkalarından gördüğü zaman rahatsız olur. Bu kötü huy ve davranışların zararlı ve yanlış
olduğunu fark eder. Bu bakımdan mümin mümine kusur ve hatalarını uygun bir dille
söyleyerek yada göstererek ona ayna görevi yapabilir. Tasavvufî yönden ise, irşat, ceht ve
keşifte ayna durumunda olma hali; ayrıca “mü’min” in Allah’ın isimlerinden olması
nedeniyle mistik yaklaşımlardır. Mevlânâ, Fihi mâ-fih’te “ Peygamber inanan inananın
aynasıdır dedi. Kâfir kâfirin aynasıdır demedi. Ama bu kâfirin aynası yok demek değildir;
onun da aynası vardır, ama aynasından haberi yoktur.” Buyurur. Mümin aynı zamanda
Tanrı adlarındandır. Bu bakımdan hadis, gerçek olarak inanan, inancından ibaret olan
kişi, Tanrı sıfatlarının aynasıdır anlamına da gelebilir. (Gölpınarlı, 1989, c.1: 301) Bu
durumda Allah da aynadır, insan da. İnsan Hakk’ın aynasına baktığında kendi
görüntüsünü görür. Allah da kendi kendisini insanda seyreder. Mantıku’t-tayr’daki temel
düşünce de budur. Tanrı’yı arayan kuşlardan ancak otuzu Sîmurg’a ulaşırlar; bu otuz kuş,
sıfat ve sûret olarak Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde de onu görürler. Yüz kuş
ulaşsaydı hepsi de aynı hali göreceklerdi.

Allah, kendini kalp aynasında temaşa eder; mümin de Hakk’ı kendi kalp aynasında
seyreder. Mümin adıyla sevgili (Tanrı) ve mümin olan aşık, birbirine görüntüsü akseden
karşılıklı iki aynadır. Öyle yakın iki ayna ki birbirinin nefesinden aynalar buğulanıp
görüntü kaybolabilir.

F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2004 14 (1)

Yârın âyînesi dildir dilin âyînesi yâr

Olmasın âyîne tekdîr nefesden nefese    G.310-9

Mümin adıyla Allah ve mümin olan aşık mukabil aynalar olmakla beraber, bu iki
aynada da görünen insanın kendi görüntüsüdür. Allah’ın zatını görmek mümkün değildir.
Tanrı insan sûretinde görünür. Ayna bir vücuda sahiptir; oysa aynadaki aksin kendine
mahsus bir varlığı yoktur. Ama aynada kendini seyreden insan kendi görüntüsünü görür,
fakat aynayı göremez; adeta varlığı olmayan görüntü, var olan aynayı gizler.

Mir’âta girdi ‘aks gibi mahv olup gönül

Hayretdeyim ki sûret-i dildârı görmedik    G. 213-5

Müminlerin gönülleri mukabil aynalardır; birbirlerinin görüntüsünü yansıtırlar.
Bunda bir mukabele ortamında karşılıklı gönüllerin feyizlenmesi de düşünülebilir.

Almada vermede mir’ât-ı mukâbil gibidir

Keşf olur sırr-ı ‘azîzân gönülden gönüle    G.311-5

Erbâb-ı safâya eyle kalbin me‘nûs

Tâ keşf ola sırr-ı ittihâd-ı nüfûs

Mir’ât ile mir’âtı mukâbil tutsan

Birbirine hem ‘akis olur hem ma‘kûs    R. 26

Misafir, ev halkının saygı gösterdiği konuk manasında olan “mihmân” bu beyitte
aynadaki görüntü anlamındadır.

Görünür sûret-i cânân gönülden gönüle

Geçer âyîneye mihmân gönülden gönüle    G.311-1

AYNA-HAYRET

Galib’in şiirlerinde birçok yerde ayna, hayret sözü ve hayran kavramıyla birlikte
geçer. Tasavvufta hayret veya hayranlık Allah’ın yaratıcılığına, hikmetine karşı duyulan
en son duygu mertebesidir ki ifadeye sığmaz. Orada ancak susulur ve o hal yaşanır.
(Kurnaz: 100) Mevlânâ’nın gazellerinde, genellikle son beyitlerde “sus” anlamına gelen
sözler kullanması bundandır.

Hayret, aklın fonksiyonunu yitirdiği bir makamdır. Akıl insanı dünyaya bağlar;
hayret hâlinde dünya ile ilgi kesilir. Aşkın coşkusu ile, İlahî âlemin keşif ve müşahedesi
ile gönülde tecellî meydana gelince akıl hayrete düşer; aşkın ve tecellînin merkezi olan
gönül ise bu halin zevki, sefası ve nuruyla dolar. Hayranlık, hayret makamındayken İlahî
âlemi seyretme ile meydana gelen hâldir. Allah’ın isimlerindeki yüceliği, sıfatlarındaki
lütuf ve güzelliği, sanatındaki mükemmelliği ve kudreti anlamanın ve görmenin verdiği
şaşkınlık ile kendinden geçmedir. Hayranlık ve hayret dünya ile ilginin kesildiği, zaman
ve mekânın farkında olunmadığı hâldir. Hayranlık ve hayret, Hz. Musa’nın Tûr’da

yaşadığı hâldir; Züleyha’yı kınayan kadınların, Yûsuf u görünce meyve yerine ellerini
kestikleri anda düştükleri hâldir. Zaten tasavvufî hayatın aşk ve gönülle ilgili olan kısmı
tamamen bir hâlet-i rûhiyedir.

Hayret sözüyle bazı beyitlerde, âlem-i ervahta Allah’ın cemali karşısında ruhların
düştüğü hayranlık hâline telmih yapılmaktadır. Çoğu söyleyişlerde de aşkın coşkunluğu
ile beliren ruh ve vecd haline işaret edilmektedir.

“Hararetiyle kalbini yakan aşktan ve onun hâllerinden âh” eden Mevlânâ’nın bu
beyti, Gâlib’in divanında bir terci-bendin tekrar edilen beytidir.

Âh mine’l-‘aşk ve hâlâtihi

Ahraka kalbî bi-harârâtihi    Terci I-8

Hayrete düşen akıldır. “Mir’ât-ı hüsne”, aklı şaşkına çeviren, hayrete düşüren
güzelliğe, akıl gözüyle değil, aşkla, gönül gözüyle bakmak gerekir.

Girdâb-ı fikre dalma tehî sırrı var anın

Mir’ât-ı hüsne eyleme hayret-nümâ nazar.    G.86-4

Hayret hali aynaya benzetilir. Ayna hareketsiz, donmuş su gibi, neyi gördüğünün,
neyi aksettirdiğinin farkında olmadan bakar. Akla ve sinir sistemine bağlı duyularını
kaybetmiş, hayret halindeki kişi gibi, aynanın da duyuları yoktur.

Hem-dem iken her dem o meh-tal‘ata

Mahrem iken meclis-i ünsiyyete

Âyîne-veş şimdi düşüp hayrete

‘Akl ile bîgâneyim âh âh âh    Ş. VIII-2

Aşk okyanusunun dalgalanmalarını akıl kavrayamaz; İskender, Aristo’nun icat
ettiği ayna ile denize bakacağına, aşk gemisinin üstüne gönül aynasından yelken açıp
denize açılmalıydı.

Bu kulzüm-i ‘aşkın eyleyemezdi ‘akl ihâtâ mevcelerin

Sikender açaydı keştî-i câm üstüne yelken âyîneden    G.282-5

Hayret beğenidir; Tanrı’nın sanatkârlığının kudretini, eserinde Cemâl sıfatını
seziştir. Bu beğeni ve sezgi kalp aynasının cilasıdır. Ama, akıl ile yaratılışın sırrını
kavramaya çalışmak, o aynanın parlaklığına, saflığına halel verir.

Hayret fürûğ-ı sûret-i mir’ât-ı kalbdir

Teftîş-i sırr-ı halk safâya halel verir.    G. 106-4

Kesret, Tanrı’nın isim ve sıfatlarının aynasıdır. Buna hayretle baktıkça aşk artar,
gönül cilalanır. Aşk ile cilalanmış gönül, parça parça edilse, o parçalarla aşkı çoğalır,
kesrete düşüp tozlanmadıkça, tecellinin, sevgiliyle görüşmenin hayretini devamlı yaşar.

F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2004 14 (1)

Pâre pâre etseler âyîne-âsâ cismimi

Şevkim artar hayret-i dîdârdan kılmam ferâğ    G. 186-3

Gelip giden hayret hâlinin cilâsıyla gönül saf kılınmalı ki fenâ haline geçilebilsin.
Sâf kıl âyîne-i sîneni nîk ü bedden

Tab‘a âmed-şud eden sûret-i hayret de geçer    G.128-5

Biz sadef-veş eyledik âyîne-i tab‘ı celî

Âşinâ-yı hayretiz vahdet müsellemdir bize    G.312-3

Hayret, gönülde aşk coşkusunun artmasıdır. Sofilerde manevi hâl ve hayret bazen o
derece derin sırlarla örtülü olur ki tecellî eden ile tecellî edilen yer birbirine karıştırılır. Bu
durum varlıkla aynadaki görüntünün karıştırılmasına benzer. (Kara, 1990: 148)

Mir’âta girdi ‘aks gibi mahv olup gönül

Hayretdeyim ki sûret-i dildârı görmedik    G. 213-5

Aynanın hayret sözüyle birlikte kullanılmasının bir nedeni de teşhis ile, aynaya,
hayranlık vasfının yakıştırılmasıdır. Ayna da hareketsiz, donmuş su gibi, kendinden
geçmiş, baygın insan gibi, neyi gördüğünün, neyi aksettirdiğinin farkında olmadan bakar.
Akla ve sinir sistemine bağlı duyularını kaybetmiş, hayret halindeki kişi gibi, aynanın da
duyuları yoktur.

Gencînen olsam vîrân edersin

Âyînen olsam hayrân edersin    G.270-1

Sözi ağyâre imiş hayf ol tûtî-i cân-bahşın

Benim âyîne-veş mebhût u hayrân olduğum kaldı    G. 356-2

Cûybâr-ı bâğ-ı hüsnündür benim giryânlığım
Sanma ki âyîne-veş bî-hûdedir hayrânlığım
Gerdiş-i çeşmimden idrâk eyle sergerdânlığım

Devr eden hâtırda hep fikr-i visâlindir senin    Ş. II-3

SONUÇ

Ayna Türk dilinde ve edebiyatında, birçok kavramın sembolü olarak
kullanılmaktadır. Tasavvuf düşüncesinde tecellî, vücut, yaratma ve yaratılmışlar (halk,
âlem), eşyanın ve insanın mahiyeti, gibi kavramlar ile sofinin halet-i ruhiyesi, hayal,
heyecan hayret gibi hal ve duyguları ayna sembolü ile izah edilmiştir.

Şeyh Galib’in ayna sembolüne çok önem verdiği görülmektedir. Gazellerinde,
terci-bent ve terkip-bentlerinde, rubai, şarkı, tardiye ve kıtaları ile müfretlerinde yüz
kadar yerde “âyîne” ve “mir’ât” kelimelerinin geçtiği tespit edilmiştir. Bunların dışında
ayna çağrışımı yapan aks, tecellî, görme-görünme ifade eden söz ve kavramların
kullanıldığı beyitler de hayli fazladır.

Tasavvufî şiirde dolayısıyla Galib’in şiirlerinde ayna “tecellî-gâh” dır. Tanrı’nın
delili olduğu düşünülen her şey, ayna sembolüyle gösterilmiştir.Tanrı’nın göründüğü
yerler:

a)    Âlem, halk, Allah’ın tecellîsiyle meydana gelmiş; Allah, âlemde isim ve
sıfatlarıyla kendini göstermiştir. O kendi isim ve sıfatlarının bilinmesi için zıtlarını da
halk etmiş; teklik, çokluk halinde belirmiştir.

Galib âlemi, her tarafı aynadan yapılmış bir eve benzetir. Her yönde Allah’ın
görüntüsü belirir. Böyle bir odada insan hangi yöne baksa kendini görür. Yani Allah, isim
ve sıfatlarıyla yarattıkları, daha çok insan suretinde görünmektedir.

Böylece âlem, vahdetin kesret halinde aksettiği, vücudun yokluk olarak yansıdığı
bir aynadır. Ama bu kesret ve yokluğun göründüğü aynada vahdete ve varlığa açılan
pencereler vardır. Çokluk birliği, yokluk varlığı işaret eder.

b)    Allah’ın göründüğü, kendini gösterdiği bir ayna da “insan ve insan-ı kâmil”dir.
İnsan Allah’ın halifesidir. Allah, zat, sıfat ve fiilleriyle en mükemmel şekliyle insanda
tecelli etmiştir. Dolayısıyla insan Allah’ı gösteren en mükemmel aynadır. “Allah âdemi
kendi suretinde yarattı” hadisi de bunu anlatır.

Âlemde bulunan her şeyin insanda bir örneği vardır. Allah kendisinde bulunan
bütün isimlerden bir pay da insana vermiştir. O, isimlerini insanda göstererek insan
vasıtasıyla âlemde görünmüştür. Yani toptan âlem, Allah’ın isim ve sıfatlarının tümü
olduğu gibi, insan da kâinatın bir küçük nüshası olarak Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının
yekûnudur. İnsan âlem-i ekberdir; âlemin özü ve âlemlerin göz bebeğidir.

İnsan ezelde, âlem-i ervahta Allah ile bir ve beraber iken, bedeni yaratıldığında
vahdetten ayrılıp, kesrete düşmüştür. Yeniden aşk ile, vecd ile bedeninden, kesretten
kurtulup vahdete erebilir. Galib bunu, istiridye ve içindeki inci teşbihiyle ifade ediyor.

Peygamber Efendimiz en üst derecede insan-ı kâmildir. Hz. Âdem’den başlayarak
bütün peygamberler de insan-ı kâmildirler. Galib, yazdığı na’tlarda bu hususlara işaret
etmiştir. Galib’in Mevlânâ ve mevlevîlik methinde yazdığı manzumelerde, Mevlânâ’yı
insan-ı kâmil ve mürşid-i kâmil olarak vasıflandırdığı görülmektedir. İnsan-ı kâmil, ilahî
tecellî sebebiyle bütün hakikatlerin sahibidir. O Allah’ın gözü ile baktığı için gayb
âlemleri de dahil bütün âlemleri görür. Bu görüş “âyîne-i âlem-nümâ, âyîne-i İskender,
âyîne-i câm-ı Cem, Anka” telmih ve teşbihleri yapılarak ifade edilmiş; “gönül aynasında
garp ile şarkın birleşmesi” söyleyişiyle de anlatılmıştır.

c)    Ayna sembolüyle ifade edilen bir kavram da mümindir. Mümin sözüyle inanan
insan ve insan-ı kâmil kastedilir. Aynı zamanda mümin, Allah’ın ismidir de. “Mümin
müminin aynasıdır.” hadisi tasavvufi düşünceye uyarlanmış ve

F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2004 14 (1)

Yârın âyînesi dildir dilin âyînesi yâr

mısraında gönül ile Allah’ın mukabil ayna oldukları hayaline ulaşılmış; böylece
ayna Allah’ın sembolü olmuştur.

Mürşit aynadır. Bu aynadan müritlerinin gönlüne nur yansır. Müridin gönlü
aynadır; o ayna da mürşitten gelen feyzi görüntü gibi içine alır. Mümin müminin mürşidi
olarak da düşünülmüştür. Müminlerin gönülleri karşılıklı aynadır; birbirlerine irşat, feyiz
ve İlahî sır aksettirirler.

d) Allah’ın göründüğü en geniş ayna gönüldür. Gönül Allah’ın evidir. Allah
müminin, insan-ı kâmilin gönlünde tecellî eder. Böyle bir gönül bütün âlemleri kapsayan
bir açıklığa sahiptir. Gönül insandır; yahut insan gönüldür. İnsan, insan-ı kâmil, mümin,
gönül birbiriyle çok ilgili, zaman zaman biri diğerinin yerine geçen kavramlardır. Ayrı
başlıklara bölmemiz yazmayı kolaylaştırmak ve tekrardan kaçınmak içindir.

Şeyh Galib, ayna ile beraber gönül, kalp, sine kavramlarına da çok önem vermiş ve
birçok yerde birlikte kullanmıştır. Tasavvufî hayatın merkezi kalptir. İç duyulara bağlı
bütün faaliyetler gönülde meydana gelir. Gönül, tasavvufî bilginin, marifet ve irfanın
kaynağı; keşif ve ilhamın meydana geldiği yerdir. Kalp tecellî aynasıdır. Allah isim ve
sıfatlarıyla gönülde tecellî eder.

Galib’in şiirlerinde gönül, hem tecellinin merkezi, hem tecellinin kendisidir.
Alemlere sığmayan Allah, insanın gönlüne sığmıştır. Böyle olunca da insanın gönlü
âlemlere sığmaz. Gönül aşk ile, aşk ıstırabı ile saflaştırılan bir aynadır. Allah bu aynada
tecellî ederse, gayb âleminin, Cebrail’in dahi bilmediği sırları gönülde belirir.

Galib’in şiirlerinde birçok yerde ayna, hayret sözü ve hayran kavramıyla birlikte
geçer. Bir halet-i ruhiye olarak hayret ve hayranlık, Allah’ın ululuğu, güzelliği, hikmeti
karşısında duyulan en son duygu mertebesinin ifadesi şeklinde kullanılmıştır. Aklın
fonksiyonunu yitirdiği, dünya ile ilginin kesildiği, zaman ve mekânın farkında
olunmadığı durum ifade edilmiştir. Hayrete düşen akıldır. Aşk ve aşk ile dolu olan gönül
hayrete düşmez.

Hayret ve hayran sözleriyle, sevgilinin güzelliği, letafeti karşısında düşülen
şaşkınlık, bu güzellik ve letafet ile vuslat neşesinin doğurduğu kendinden geçmişlik
anlatılmıştır. Bazen de hayret ilgisi ile şair kendini aynaya teşbih etmiştir.

Bibliyografya

Ateş, Süleyman, 1992, İslam Tasavvufu, Elif Matbaacılık, Ankara.

Burckhard, Titus, 1997, Aklın Aynası (Geleneksel Bilim ve Kutsal Üzerine Denemeler), Çev.
Volkan Ersoy, İnsan Yay. İstanbul.

Gölpınarlı, Abdulbaki, 1989, Mesnevi ve Şerhi, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara.

İpekten, Haluk, 1991, Şeyh Galib Hayatı,Eserleri, Sanatı ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, Ata.
Üniv. Yay. Erzurum

Kara, Mustafa, 1990, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yay. İstanbul.

Kurnaz, Cemâl, 1987, Hayali Bey Divanı Tahlili, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara

Levend, Agâh Sırrı,1980, Divan Edebiyatı (Kelimeler ve remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar) ,
Enderun Kitapevi, İstanbul.

MEB, 2002, Örneklerle Türkçe Sözlük, İstanbul.

Mutahharî, Murtaza, 1997, Hâfızda İrfan, Çev. Nihal Çankaya, İnsan Yay. İstanbul.

Okçu, Naci, 1993, Şeyh Galib, (Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri, Şiirlerinin Umûmî tahlili ve
Divanının Tenkitli Metni), Kültür Bakanlığı Yay. Ankara.

TDV, 1988, İslam Ansiklopedisi, , İstanbul.

Uludağ, Süleyman, 1991, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay. İstanbul.

121